PROF.DR. SÖNMEZ KUTLU
ANKARA Ü. İLAHİYAT FAKÜLTESİ
İSLAM VE MEZHEPLER
Mezhepler, sosyal ve siyasî bunalımların yaşandığı dönemlerde bu bunalımları aşmak konusunda çözümler üretebilmek için ortaya çıkmışlardır. Belli dönemler ve belli sorunları çözmek için ortaya çıkan, ancak evrensel olmayan daha çok siyasî nitelik taşıyan bu çözümler, daha sonraki nesiller tarafından itikadîleştirilerek inanç konusu yapılmıştır. Mezheplerin bu şekilde algılanması, onların yeni çözümler üretmesine ve güncelliğini yitirmesine sebep olmuştur. Yeni yetişen kuşaklar kendi meselelerine kendileri çözümler bulmak yerine, asırlar boyu tarihe karışmış güncelliği ve fonksiyonelliği kalmamış, geçmişin problemleriyle uğraşmaya ve yeni problemlere yeni çözümler üretmek yerine geçmişten çözüm arama yönüne gidilmiştir. Mezhepler Kur'ân ve onun ilkelerini hayata geçirmek yerine bağlı olunan mezhebin ilkeleri savunulmuş, böylece mezhepler Kur'â'nı anlamada araç iken mezheplerin ilkelerinin anlaşılması amaç olmuştur. Sonuçta Kur'ân'a mezhep görüşlerinin desteklenmesi için gidilmiştir.
Hz.Peygamber'in sağlığında, temelini "müminlerin kardeşliği "[1] ilkesinin teşkil ettiği, inanç birliği üzerine kurulu bir toplum vücuda gelmişti.[2] O'nun zamanında müslümanlar arasında itikadî ve siyasî fırkalaşmaları doğuracak bir ihtilaf var olmamıştı.[3] Ancak hastalığı sırasında, ilk anda müslümanları fazla sarsmayan, daha sonra büyük tartışmalara sebep olan ve farklı anlayışların doğuşuna zemin hazırlayan bazı olayların olduğunu görüyoruz.[4] Hz. Peygamber'in vefatından hemen sonra başlayıp günümüze kadar müslümanları meşgul eden, fırkalara ayrılmasına sebep olan en önemli mesele " İmamet " meselesidir. İlk dört halife döneminden itibaren başlayan siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel alandaki değişim süreci, toplumdaki gelir dağılımını etkilemiş, büyük kentlere göçleri hızlandırmış ve yabancı kültürlerle temasla berlikte daha önce karşılaşılmamış pek çok problemi müslümanların gündemine sokmuştur. Müslümanların karşılaştıkları sorunları çözebilmek amacıyla Haricilik, Mürcie, Şîa ve Mu'tezile gibi pek çok siyasî ve itikadî ekoller ortaya çıkmıştır. Bu mezhepler, ayrılıkçı hareketler olarak değil İslam düşüncesinin bir zenginliği olarak görülmelidir. Her ne kadar, bunlar arasında uzun yıllar süren ve bazan savaşlara varan mücadeleler yaşanmışsa da, her birisi genel olarak İslam'ın temel esasları dışına çıkmamaya gayret göstermiş ve kendisini Kurtuluşa Erecek Fırka olarak (Fırka-ı Naciye) tanımlamıştır. İslam'ın değişik kültür ortamlarında ve farklı milletler arısında yaşamasında ve İslam Medeniyeti'nin kuruluşunda her birinin önemli katkıları olmuştur. Özellikle hicrî ilk dört asrırda, bu ekoller belli bölgelerde yayılma eğilimi göstermiş ve buralarda kendi medreselerini kurarak çeşitli alanlarda alimler yetiştirmiş ve çok kıymetli eserler kaleme almışlardır. Bu mezheplerin getirdiği çözümler, geçmişte sosyal değişmenin oldukça yavaş bir seyir takip etmesi dolayısıyla uzun süre geçerlilğini sürdürebildi. Ancak bir süre sonra mezhep görüşlerinin dogmatikleştirilmesi yüzünden eski alimler ve görüşleri aşılamadı. Bu yüzden şerhcilik, taklit ve taassub dönemi başladı. Günümüzde her alanda baş döndürücü hızlı gelişmelerin ve iletişim imkanlarının artması, genelde insanlığı özelde de müslümanları önemli problemlerle karşı karşıya getirmiştir. Tarihin muayyen bir döneminde, belli şartlar ve coğrafyalarda ortaya çıkan bu mezheplerin görüşleriyle, günümüz insanının karşılaştığı sorunları çözmek imkansızdır. Bu sebeple bütün müslümanlar, çağımızın sorunlarıyla ilgilenerek bunları çözmek için geçmişin düşünce kalıpları içerisinde sıkışıp kalmadan mezhepler üstü bir yaklaşımla yeni metodolojiler ve nazariyeler geliştirmekle sorumludurlar. Ancak böyle bir şeyi yapabilmek ve geçmişte düşülen hatalar tekrarlanmamak için İslam Düşünce Tarihin'de ortaya çıkan ekollerinin çok iyi bilinmesi gerekir. Biz bu makalemizde genel olarak bu ekolleri ele alarak kısa bilgiler vermek istiyoruz.
Mezhep, Arapça bir kelime olup, takip edilen ve gidilen yol anlamına gelir. Terim anlamına gelince, itikadî ve amelî yani iman, ibadet, ahlak ve muamelatla ilgili konularda çözümler üretmek için ortaya çıkan İslam Düşünce ekollerini ifade eder. Ancak dilimizde, gerek siyasî ve itikadî, gerekse fıkhî ekollerin tümüne mezhep adı verilmektedir. Tarih boyunca onlarca fıkhî mezhep ortaya çıkmış bunlardan Sünnî fıkıh mezhepleri olarak Hanefîlik, Şafiîlik, Malikîlik ve Hanbelîlik, Şiî fıkıh mezhebi olarak da Caferîlik günümüze kadar ulaşma imkanı bulabilmişlerdir. Biz bu makalemizde bunlar üzerinde durmayacağız. Fırka; " bir takım siyâsî, ictimaî, iktisadî ve diğer hadiselerin tesirlerinin, o hadiselere muhatab insan ile, ona uyanlardaki fikrî ve dinî tezahürü "[5] olarak tanımlanmaktadır. Başka bir ifadeyle, mezhepler, din anlayışındaki farklılaşmaların kurumlaşması sonucu ortaya çıkan dinî nitelikli oluşumlar olup dinin anlaşılma biçimleri ile ilgili tezahürlerdir. Bu bakımdan itikadî ve siyasî mezhepler, siyasî ve itikadî konulardaki problemleri çözmek veya siyasî iktidarı ele geçirmek amacıyla ortaya çıkmış dinî/siyasî topluluklar olarak kabul edilebilir. İslam Düşünce Tarihi'nde bu amaçla pek çok fırka ortaya çıkmıştır. Bu konuda eser yazan bir çok yazar, bu fırkaların sayısını, bir hadise dayanarak 73 olarak kabul etmiş, ancak bazıları bu sayıya tamamlamak için, bazıları da bu sayıyı taşırmamak için hayli çaba sarfetmişlerdir. Bu adla ortaya çıkan fırkaların sayısı, alt grupları da hesaba katılırsa yüzlerce fırkayı bulmaktadır. Sadece Mürcie'nin alt grupları 73'ten fazladır. Bu grupların ortaya çıkmasının siyasî, sosyal, ekonomik, kültürel, dinî ve saire pek çok sebep bulunmaktadır. Kişisel çıkarlar, iktidar kavgası bu bölünmeleri hızlandırmıştır ve olumsuz yönde etkilemiştir.[6] Biz burada, fırka adı verilen siyasî ve itikadî oluşumlar, bir başka adıyla İslam Düşünce Ekolleri üzerinde, kısaca ve genel hatlarıyla, duracağız.
Bunlardan en fazla taraftar bulanlar arasında Haricîlik, Mürcie, Şîa ve onun İmamiyye, Zeydiyye ve İsmailiyye gibi kolları, Mu'tezile, Ehl-i Sünnet, Dürzilik, Nusayrilik, İbadîlik, Bâbîlik-Bahâilik, Kadiyânilik, Vehhâbilik ve daha pek çok fırkayı sayabiliriz. Haricilik, Müslümanlar arasında yaşanan Sıffîn savaşının hakemlerin tayin edilmesiyle sonuçlanması üzerine, Hz. Ali'nin bu hakemlerin verdiği kararı kabul etmesine karşı çıkarak, " Hüküm ancak Allah'ındır " (La hükme illa lillah) deyip ayrılan bir grubun adıdır.[7] Haricîler'in en önemli fikirleri şulardır: "Büyük günah işleyen küfre girmiştir ve küfür topluluğundandır. O, bütünüyle İslâm'dan çıkmış olup, diğer kafirlerle beraber ebedi cehennemliktir. "[8] Ayrıca onlar, Hz. Osman'ı Ali'yi, Amr b. As ve Ebû Musa el-Eşârî'yi ve Hz. Ali ile çarpışan, Cemel ve Sıffîn'e katılanları tekfir ederek onlarla dostluğu reddediyorlardı. Yine onlar, zalim imama karşı isyanı gerekli görüyorlardı.[9] Amel-İman ayrılmazlığı fikrini ilk ortaya atanlar, Hariciler olmuştur. Bu yüzden onlar, büyük günah işleyenin kafir olduğunu, öldürülmesi gerektiğini ve ebedi cehennemlik olduğunu iddia etmişlerdir. Nafî' b. el-Ezrak ve taraftarları, Hariciler'ce üzerinde ittifak edilen siyasî boyutlu bu fikri, genelleştirerek şu şekilde formülleştirdiler: " Her büyük günah küfürdür, muhaliflerin yurdu küfür yurdudur ve büyük günah işleyen herkes ebedi Cehennem'de kalacaktır."[10] Haricîler'in günümüze kadar gelen kolu İbadîlik, bu fikri biraz yumuşatmak zorunda kalmıştır. Onlara göre, büyük günah işleyen kimse müşrik değil muvahhiddir. Ancak günahları inkar eder veya onları işlemekte israr ederse küfre düşmüş olur. Küfür, nimet küfrü ve şirk küfrü olmak üzere iki çeşittir. Büyük günah işleyen, nimet küfrü içerisindedir. Yani Allah'ın nimetlerine nankörlük etmektedir. O, tevbe etmeden ölürse ebedi cehennemliktir.[11] Haricî gruplar, Basra, Kufe, Horasan'ın bazı şehirlerinde, Sistan bölgesi ve Kuzey Afrika'da hayatiyetlerini sürdürmüşler, ancak Kuzey Afrika'da yaşamaya devam eden İbadîlik dışındakiler aşırı fikirleri dolayısıyla tarihin derinliklerinde kaybolup gitmişler ve günümüze kadar ulaşamamışlardır. Bu mezheb, Kuzey Afrika'da hala yaşamaktadır. Mürcie, Hz. Osman ve Ali başta olmak üzere bütün büyük günah işleyenlerin durumlarını Allah'a bırakarak, onların cennetlik veya cehennemlik oldukları konusunda hiç bir fikir ortaya koymayan kimseler ve toplulukların müşterek adıdır. Onların temel görüşleri İman konusunda yoğunlaşmaktadır. Bu görüşleri kısaca şunlardır: Bir müslüman işlediği büyük günahı sebebiyle imandan çıkmaz ve küfre de girmez. O, bu dünyada hakiki mümindir. Yalnız işlediği günahı dolayısıyla fasıktır. Böyle birinin Ahiret'teki durumu Allah'ın dilemesine kalmıştır, Allah isterse onun günahını bağışlar, isterse cezalandırır. Mürcie, amelleri imanın bir parçası olarak görmez. Bu mezhebe göre Ameller imanın dışında birer farzlardır. Şartlı ve şüpheli iman olmaz. Bir mümin imanını ve mümin olduğunu açıkça şek ve şüpheye mahal vermeden ifade etmelidir. Yani " ben gerçekten müminim " demesi gerekir. İmanın gerçekleşmesi, ya dilin ikrarı veya kalbin tasdiki yada her ikisiyle olur. İslamı benimseyen birisi, Allah'ın birliğini, Hz. Muhammed'in resul olduğunu gönülden benimsemesi ve diliyle söylemesiyle mümin sıfatını kazanır. Ameller imanın bir parçası olmadığı için amelleri işlemekle iman artmaz, onları terketmekle veya günah işlemekle de azalmaz. Yalnız günahkar olur ve cezasını çeker. Ancak hafife alarak veya inkar ederek bu günahları işlerse imanını kaybeder. Bütün müslümanlar ve inananlar, imanlarında eşittirler. Birinin imanı diğerinden daha üstün veya daha az değildir. Farklılık sadece amellerde söz konusudur. İman vasfını kazanan bir kimse aynı zamanda islam vasfını da kazanmıştır. Yani bütün müslümanlar mümin, bütün müminler de müslümandır. Allah bazı ayetlerde iyilik yapanları mükafatlandıracağını va'detmiş, bazılarında ise kötülük yapanları, zulmedenleri ve günah işleyenleri ceza ile veya ebedi Cehennem'de bırakmakla tehdit etmiştir. Eğer Allah bir iyiliğe karşılık mükafat vereceğini söylemişse o, bu sözünden asla dönmez ve bu mükafatı verir. Ama ebedi cehennemine koymakla tehdit etmişse, Allah bu tehdidinden rahmeti ve acıması dolayısıyla vazgeçerek kulunu afedebilir.[12] Mürcie, başlangıçta Mekke ve Medine'de daha sonraları, Kufe, Basra, Bağdat, Şam, Mısır, Kayravan gibi İslam kültürün meşhur şehirlerinde pek çok kimse tarafından benimsenmiştir. Ancak Mürcie'nin en fazla taban bulup yayıldığı yer, Horasan ve Maveraünnehir bölgesidir. Bu bölgede bulunan pek çok Arap olmayanlar tarafından benimsenerek yaşatılmıştır. Özellikle Türkler arasında yayılmış ve Mâtürîdiliğin doğuşuna zemin hazırlamıştır. Onları fikirleri yeni bir boyut kazanarak Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'ın önemli bir kolu olan Mâtürîdilik mezhebi haline gelmiştir.[13] Mu'tezile, büyük günah işleyenin durumu, tevhid ve adalet gibi konularda Hasan Basrî(110/728), Vasıl b. Ata(131/749) ve Amr b. Ubeyd(144/761)'in ilim meclislerinde yaşanan tartışmalardan sonra kendine has görüşlerleriyle ortaya çıkmış bir mezheptir. Bu mezhebin önemli beş esası vardır: 1.Tevhid. Allah, kudret, hayat ve ilim gibi sıfatlarla vasıflandırılamaz. Allah'ın sıfatları zatının aynıdır. 2.Adalet. İnsan özgür iradesi olan, kendi fiilini kendi yaratan, bundan dolayı da sorumlu olan bir varlıktır. 3.el-Menzile Beyne'l-Menzileteyn. Büyük günah işleyenin bu dünyadaki durumu ne kafirdir ne de mümindir. Bu ikisi arasındaki bir yerdedir. 4.el-Va'd ve'l-Vaîd. Allah, iyilik yapanları ödüllendirecek, kötülük yapanları ise cezalandıracaktır. Bu konuda verdiği sözünden ve tehdidinden dönmeyecektir. 5.İyiliği Emretmek Kötülüğe Engel Olmak. Bir kimsenin, dinin ve aklın kötü gördüğü bir davranışı engellemesi, iyi gördüğünü ise teşvik etmesi gerekir.[14] Mu'tezi'le Basra'da, Horasan ve Maveraünnehir'de, Horezm Bölgesin'de Selçuklular'ın ilk dönemlerine kadar yaşamaya devam etmiştir. Türkler arasında da taraftar bulmuş bir mezheptir. Daha sonraları Hindistan'da bazı tesirleri olmuştur. 19. asrın sonlarına doğru ortaya çıkan bazı Yenilikçi Hareket'lerin önderlerinden Reşid Rıza ve bazı Tatar Cedîdcileri üzerinde etkisini sürdürdüğü iddia edilmektedir. Şîa, " Ali b. Ebî Talib'in, Hz. Peygamber'den sonra nas ve tayinle halife olduğuna inanan, imametin kıyamete kadar onun Fatıma'dan olan soyundan çıkmayacağını ileri süren toplulukların müşterek adıdır "[15] Şîî fırkaların en önemlisi İmamiyye'dir. İmamların nas ve tayinle olduğuna inandıkları ve imamların sayısını 12 ile sınırlandırdıkları için onlara İsnâ-aşeriyye de denmektedir. Bu fırkanın en önemli fikirleri şunlardır: 1.Tevhid: Allah birdir. Sıfatları zatının aynıdır. 2.Nübüvvet: Allah'ın bazı kullarını elçi göndermesi demektir. Ancak bazı Şîi alimler, Kur'an'la ilgili tahrif gibi bazı asılsız iddialarda bulunmuşlardır.[16] 3.İmamet. Peygamber'den sonra her devirde bir imamın bulunması zorunludur. Bu imamlar günahsızdır ( masum). Böyle bir imama inanmak önemli bir iman esasıdır.[17] 4.Mead. Öldükten sonra dirilmeye ve hesap vermeye iman etmek demektir. 5.Adalet. Allah'ın adil, kulların ise irade ve eylemlerinde hür olması demektir.[18] İmamiyye bugün İran'ın resmî mezhebidir. İran dışında, Irak, Lübnan, Bahreyn, Suriye, Kuveyt, Türkiye, Suûdi Arabistan, Katar, Bileşik Arap Emirlikleri, Azerbeycan, Pakistan, Hindistan ve Afganistan'da bu mezhebe mensup topluluklar bulunmaktadır. Zeydiyye ve İsmâiliyye Şîa'nın iki büyük diğer kollarıdır. Şiî mezhepler arasında en ılımlı ve Ehl-i Sünnet'e daha yakın olan Zeydiyye, " İmâmiyye Şiasının dördüncü imamı Ali b. Hüseyin Zeynelabidin (94/7129)'in oğlu Zeyd (122/740)'e, ondan sonra da oğlu Yahya(125/743)'ya uyarak onların imametini ileri sürenlerin mezhebidir."[19] Bu mezheb, Ali sülalesinden ortaya çıkıp isyan eden kimseyle birlikte hareket etmeyi gerekli görür, takiyyeyi ve gizli daveti benimsemez. Onlar, İmamet konusu dışındaki itîkadî konularda Mu'tezile'nin görüşlerini benimsemiştirler.[20] Onlar, daha faziletli birisinin bulunması durumunda daha az faziletlinin imam olabileceğini kabul ederek diğer Şiî mezheplerinden ayrılmışlardır. Taberistan'da Zeydî Alevî devletini kurmuşlardır. Zeydîlik, bugün Yemen'in resmî mezhebidir. Şiî mezhepler arasında aşırıları temsil eden İsmailîlik ise, İmâmiyye'nin altıncı imamı Câfer es-Sadık(148/765)'ın ölümünden sonra 7. ve son imam olarak onun büyük oğlu İsmâil'i kabul edenler için kullanılan bir isimdir.[21] Bu mezhep, Kufe,Yemen, Basra, İran, Bahreyn, Sicilya, Mısır, Suriye, Hicaz, Basra Körfezi, Orta Asya, Doğu Afrika, Burma, İspanya ve Kuzey Afrika'da büyük taraftar kitlesi kazanmıştır. Karmatîler, Fatimîler ve Nizârî İsmaîlî Devletleri'ni kurmuşlardır. Nizârîler ve Müsta'lîler olmak üzere iki büyük kola ayrılmışlardır. Nizârî kolunun(Ağa Han'a tabi olanlar ), bugün Hindistan , Avrupa, Asya, ve Afrika'nın bir çok ülkesinde 20 milyona yakın mensubu bulunmaktadır.[22] Nusayrîlik, Muhammed b. Nusayr en-Nemirî(270/883) tarafından kurulmuş olup Suriye dolaylarında uzun süre gizli olarak faaliyet göstermiş olan bir mezheptir. Osmanlı Devleti'nin yıkılmasından sonra, Fransızlar'ın da desteği ile Suriye'de iktidarı ele geçirmişlerdir ve hala Hafız Esad başkanlığında iktidardadırlar. Mezheplerinin temelini Ali'nin ilahlaştırılması oluşturur. Ülkemizde de az sayıda Adana, Tarsus ve Hatay illerinde bu mezhep mensupları bulunmaktadır.[23] Dürzîlik, Fatımî halifelerinden Mansûr( 411/1121)'un veziri Hamza b. Ali tarafından kurulmuş bir mezheptir. Onlara göre Allah yedi imama ve ondan da Hamza b. Ali'ye hulul etmiştir. Bugün Sureye, Lübnan, Filistin, Ürdün ve İsrail'de yaşamaktadırlar. Sayıları az olmakla beraber, Venezuella, Brezilya, Arjantin, Meksika gibi Latin Amerika ülkeleriyle Birleşik Amerika ve Kanada'da mevcutturlar.[24] Bahâilik, bir Şîi tarikatı olan Şeyhîlikteki Kamil-Şîi anlayışından etkilenen Şirazlı Ali Muhammed tarafından 1844'de Bâbîlik olarak kurulmuş, daha sonra Mirza Hüseyin Ali'nin başına geçmesiyle Bahâilik olarak meşhur olmuştur. Bu mezhep, Hz. Peygamber'le Nebiliğin sona erdiğini, ancak Resullerin gönderilmeye devam ettiğini, kendi liderlerinin Resul olarak gönderildiklerini ve İslam'ı neshettiklerini iddia eder. Bu mezhep Şiîlik içerisinde doğmuş bir tarikat olmakla beraber eski dinler ve Hıristiyanlıktan etkilenmiş İslam karşıtı bir gruptur. Merkezleri İsrail'de Hayfa'dadır.[25] Sayıları az olmakla beraber oldukça zengin olan bu Tarikat, aşağı yukarı bütün ülkelerde merkezler açarak faaliyet göstermektedir. Türkiye'de de kendilerini din olarak kabul ettirmek suretiyle dinî merkezler açmaya çalışmaktadırlar. Ehl-i Sünnet, hicrî birinci asrın ortalarından itibaren Hz. Peygamber'in ve Sahabe'nin gittiği yolu izleyenler ve bidate karşı çıkanlara verilen bir isimdir. Ancak bu kavram, gerek kendilerine böyle bir ismi kullananlar, gerekse Harîciler, Şîa ve Mu'tezile gibi Ehl-i Sünnet'in dışında görülen mezhepler tarafından farklı anlamlarda kullanılmıştır. Diğer taraftan gerek mensupları , gerekse fikirleri itibariyle de üzerinde ittifak edilmiş değildir. Ancak IV. asırdan itibaren Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat veya Şiîliğin karşıtı Sünnîlik şeklinde Mâtürîdilik, Eş'arîlik ve Selefîlik olarak teşekkül eden üç ayrı grub için kullanılan müşterek bir kavram haline gelmiştir. Mâtürîdilik Türk Dünyası'nda, Pakistan, Afganistan ve Bazı Uzak Doğu İslam Ülkeleri'nde; Eş'arîlik Afrika'da özellikle Mısır'da ve diğer bazı Arap ülkelerinde; Selefîlik ise Suûdi Arabistan tarafından benimsenmiştir. Günümüzde daha çok Şiîlik kavramının zıddı olarak Sünnîlik tabiri daha yaygın olarak kullanılmaktadır.
Biz burada, İslam Düşüncesi'nin teşekkülünde önemli bir yere sahip bazı mezheplerin bazı katkılarından kısaca bahsedeceğiz. İslam Düşüncesi'nde iman, küfür, nifak, büyük günah, devlet başkanlığı gibi konuları ilk tartışmaya açan Haricîler'dir. Haricîler'in lehlerinde kayda değer en önemli konu "onların Kureyşli olmayı", halifelikte şart koşmamalarıdır.[26] Ancak kanaatimizce onlar bu fikre, Kureyş'in otoritesini reddetme neticesinde varmışlardır. Böyle olduğu için bu fikirlerini geliştirememişler ve "aşırılıkları yüzünden insan fıtratını zorlamışlar ve tarihin derinliklerinde kaybolup gitmişlerdir."[27] Bu nedenle onların bu konudaki görüşleri, kaynaklarda silik kalmıştır.[28] Mürcie, İman ve amel konusunda Hariciler ve Ehl-i Hadis'e; İmamet konusunda Şia'ya; va'd ve vaîd'le büyük günah sahibinin ne mümin ne kafir olarak isimlendirilmesinde Mutezile'ye karşı çıkarak fikir özgürlüğü, adalet ve hoşgörü esasına dayalı bir iman nazariyesi geliştirmiştir. Mürcie, bu nazariyede, bütün müslümanların iman bakımından eşitliğini ve hiç bir müslümanın, Allah'a iman ettiğini açıkça belirttiği ve Lailahe illallah dediği müddetçe, İslam'ın dışında kabul edilemiyeceğini ve ona gayr-ı müslim muamelesi yapılarak harac ve cizye alınamayacağını iddia etmiştir. Mürcie, teorik olarak, birbirine muhalif müslüman mezhep ve kabilelerin, Allah'a inandıkları müddetçe, birbirini öldürmelerini ve tekfir etmelerini bırakarak birarada yaşamak zorunda olduklarını iddia etmesi dolayısıyla, mezhep kavgalarının ve kabile çekişmelerinin yoğun olarak yaşandığı Kufe ve diğer büyük şehirlerde, özellikle yerleşik hayata alışkın Arap olmayan müslümanlar arasında büyük ilgi gördü. Ayrıca müslümanların eşitliğini ve onlardan cizye ve haracın kaldırılmasını savunduğu için Horasan ve Maveraünnehir'de yeni müslüman olanlar(mevâlinin) arasında da, çok sayıda taraftar kazandı. Mürcie'nin itikadî ve fıkhî konularda ileri sürdükleri görüşlerinde, daima dinde kolaylık ilkesine önem vermeleri ve mensuplarının özellikle mevali kesiminden olması gibi sebepler, Mürcie'yi yeni fethedilen bölgelerde ortaya çıkan sosyal, ekonomik ve siyasî pek çok problemle ilgilenmeye ve bunlara çözüm üretmeye sevketti. Böylece Mürcie, ileri sürdüğü bu görüşleri sayesinde, Horasan ve Mâverâünnehir'de yaşamakta olan çeşitli milletlerin, özellikle Türkler'in topluca müslüman olmasını kolaylaştırdı. Hatta Mürcie'nin iman nazariyesi, Horasan ve Mâverâünnehir'de yeni müslüman olanların Arap müslümanlarla eşit haklara sahip olabilmek için Emevî zulmüne karşı sürdürdükleri mücadalenin temelinin oluşturdu. Onlar, Kur'an'ın dışında masum imam veya her hangi bir kimseden gelen gizli bilgi kaynaklarına karşı çıkarak İslam inancının Kur'an ve akıl temelli olmasında israr etmişlerdir. İslam'da te'vil ve yoruma önem vermeleri, Mu'tezile gibi akılcı bir mezhebin doğuşuna zemin hazırlamıştır. Mu'tezile, dış kültürler ve diğer dinler karşısında aklî esaslar doğrultusunda İslam'ın müdafasını yapmıştır. Aklı kullanmaları sebebiyle, İslam Medeniyeti'nin doğuşuna büyük katkıları olmuştur. Ayrıca onlar, çeşitli kelamî ve felsefî problemleri tartışmaya açmak ve yeni bazı kavramlar ortaya atmakla, Kindî, Farabî, İbn Sina gibi İslam filozoflarının çıkmasına ve bir İslam Felsefesi biliminin doğmasına zemin hazırlamışlardır. İslam'da özgürlük ve adalet gibi kavramların teoride hararetli savunucuları olmuşlarsa da, pratikte başkalarına aynı özgürlüğü tanıma da yeterince başarılı olamamışlardır. Bu ekolün, zayıflamasıyla birlikte İslam Düşüncesi, yabancı kültürler ve medeniyetler karşısında zayıf düşmüştür. Ehl-i Sünnet, Şia, Mürcie, Haricîler, Mu'tezile ve diğer aşırı mezheplerin fikirlerini gözden geçirerek uzlaşmacı ve birleştirici bir akide oluşturmaya çalışmışlardır. Özellikle bu mezheplerin aşırılıklarını ve yanlışlarını ortaya koyarak İslam'ın savunuculuğunu üstlenmişlerdir. İslam Mezhepleri, yayıldıkları bölgelerde farklı kültür ve medeniyetlerden de istifade ederek kendilerine has metodolojiler üretmeye çalışmışlardır. Ancak şerh ve taklidcilikle birlikte bu gelenek yok olmuş, İslam Düşüncesi'ne metodsuzluk ve sistemsizlik hakim olmuştur. Resmî olarak benimsenen mezhepler ise, İslam Düşüncesi'nin siyasallaşmasına aracılık etmiştir.
Mezhepler, sosyal ve siyasî bunalımların yaşandığı dönemlerde bu bunalımları aşmak konusunda çözümler üretebilmek için ortaya çıkmışlardır. Belli dönemler ve belli sorunları çözmek için ortaya çıkan, ancak evrensel olmayan daha çok siyasî nitelik taşıyan bu çözümler, daha sonraki nesiller tarafından itikadîleştirilerek inanç konusu yapılmıştır. Mezheplerin bu şekilde algılanması, onların yeni çözümler üretmesine ve güncelliğini yitirmesine sebep olmuştur. Yeni yetişen kuşaklar kendi meselelerine kendileri çözümler bulmak yerine, asırlar boyu tarihe karışmış güncelliği ve fonksiyonelliği kalmamış, geçmişin problemleriyle uğraşmaya ve yeni problemlere yeni çözümler üretmek yerine geçmişten çözüm arama yönüne gidilmiştir. Mezhepler Kur'ân ve onun ilkelerini hayata geçirmek yerine bağlı olunan mezhebin ilkeleri savunulmuş, böylece mezhepler Kur'â'nı anlamada araç iken mezheplerin ilkelerinin anlaşılması amaç olmuştur. Sonuçta Kur'ân'a mezhep görüşlerinin desteklenmesi için gidilmiştir. Bu da onların Kur'ân'ı bir bütün halinde anlamalarını engellemiştir. Böylece Kur'an'ın evrenselliği mezhepler bazına indirgenerek ihlal edilmiştir. Yani bir mezhep Kur'ân'ın evrensel boyutunu bütünüyle fonksiyonel kılamamıştır. Bu sebeple tarihte pek çok mezhep kendi görüşlerini dayatmış, başkalarını ise tekfir etme yoluna gitmiştir. Hatta Bağdad'da Eş'arîler'le Hanbelîler, Mâverâünnehir'de Şafiîler'le Hanefîler ve Mu'tezilîler arasında istenmeyen olaylar yaşanmıştır. Mezheplerin, dinle özdeşleştirilmesiyle İslam'ın güncelleştirilmesi ve fonksiyonel kılınmasına bir engel olmaya başlamıştır. Ayrıca mezhep liderlerinin otorite olarak kabul edilmesi ve çözümlerin bu otoritelerin eserlerinde aranmaya başlanması bu süreci hızlandırmış, Kur'ân'a gidilerek ondan çözüm üretmeyi engellemiştir. Çünkü insanlar bağlı bulunduğu mezhebin dışına, çıkmamış, mezhebinin görüşlerini doğru ve yanlış olabileceğini düşünmeden onları isbat etmeye ve şerh etmeye çalışmıştır. Bu yolla, itikadî konularda taklit, müslümanlar arasında kronikleşmiştir. Zamanla müslümanlar için bilgi açığının büyümesi, mezhep taasubunun artmasına ve yeni fikirlere tahammülün azalmasına sebep olmuştur. İslam Dini ve onun inanç esasları, emir ve yasakları Ku'rân'dan ibarettir. O tek bir itikadî sistemi öngörmektedir. İnanılacak inanç ve akide sistemi, Kur'ân'ın getirdiği inanç sistemidir. Bu anlamda inanç ve itikatta mezhepten söz edebilmek zordur. Ortaya çıkan mezhepler, bu inanç sistemine bağlı kaldığı sürece yaşama imkanı vardır. Kur'ân'dan ve Sünnet'ten biçilmiş kaftanlar içine bürünerek, Kur'ân'ın inmesinden sonra hiç kimse yeni bir inanç esası koyamaz. Çünkü Kur'ân inanç esaslarını ve buna konu olacak şeyleri tevile ve yoruma mahal bırakmaksızın açık ve net olarak tesbit etmiştir. Kur'ân'ın getirdiği inanç esasları dışında, hiç kimsenin, Allah'ın insanları inanmakla yükümlü tutmadığı bir konuda yeni bir inanç esası koyarak insanları bunlara inanmaya zorlama yetkisi de yoktur. Bir konunun inanç esası olabilmesi için Kur'ân'da açıkça yer alması gerekir. Bunun dışında Kur'ân'da çeşitli anlamlara gelen bazı ayetlerle ilgili yapılan yorumlar kişilerin içinde bulundukları kültürel ortam ve bilgi düzeyi çerçevesinde yapılmış yorumlardır Bu konuda hiç bir alim, yaptığı yorumun bizzat Allah'ın ayetteki maksadı olduğunu iddia edemez. Bu sebeple müteşabih ayetler veya diğer ayetlerle ilgili her hangi bir şahsın veya mezhebin yorumunu kabul etmemekle kafir olunmaz. Mesela, şefaat'i ve Mehdi fikrini reddeden, Allah'ın sıfatlarının onun aynısı veya gayrısı olduğunu savunan ve Allah'ın görülmesi fikrini benimsemeyen kimseler dinden çıkarılmamış ve tekfir edilememiştir. İslam düşünürlerinden Ebû Hanife, bunu şu şekilde ilkeleştirmiştir: " Bir ayetin yorumunu inkar, küfre götürmez. Yalnız bazı ayetlerin tenzili ( Allah tarafından gönderilen ayetin metni ) ile yorumu ( te'vil) aynıdır. Eğer böyle bir ayetin yorumunu inkar ederse, o zaman ayetin kendisini de inkar anlamına geleceğinden küfre girebilir." Burada kısaca ele aldığımız veya hiç değinmediğimiz diğer mezheplerle ilgili geniş bilgi için Türkçe'de yazılmış bazı müstakil eserler ve makaleler bulunmaktadır.[29] Daha fazla bilgilenmek isteyenlerin bu eserlere müracaat etmeleri faydalı olacaktır.